top of page

Arama Sonuçları

Boş arama ile 1063 sonuç bulundu

  • İLİŞKİDE MERHEM OLAN ŞEY NE?

    Bir kişi kendi içsel kırılganlığını duygularını açıkladığı zaman, bu düzeltici, iyileştirici bir duygusal deneyim olabilir. Ben kendimi değersiz, yetersiz veya sevilemeyecek bir insan olarak hissediyorsam ve bunu açıkladıktan sonra olumlu bir cevap alırsam, bu iyileştirici bir deneyimdir. Değişimin kalıcı olması için sadece eşimizi yatıştırmayı öğrenmek değil, kendi kendimizi de yatıştırmayı öğrenmemiz de şarttır. Eşimiz bizi düzenlemek üzere orada olamadığı zaman, bunu kendi başımıza yapabilmeliyiz. Ama ilk olması gereken eşlerin birbirlerinin duygularını düzenleyebilmeleridir. Sevgiyle kalın..

  • YAKINLIK NASIL OLUŞUR

    Çiftler birbirlerini derin bir düzeyde anlayıp bu bilgiyi birbirlerine sevecen bir biçimde ifade edebildiklerinde, aralarında gerçek bir yakınlık oluşur. Uyum sağlama dediğimiz bu beceri, kimi şanslı çiftlerin neredeyse doğuştan gelme özelliğidir ama birbirlerine en az onlar kadar bağlı pek çok çift bu konuda zorlanır. Neyse ki uyum, neredeyse tüm çiftlerin öğrenebileceği ‘ya da güçlendirmeyi öğrenebileceği’ becerilerden oluşur. Çift terapisi ‘nde amacımız, insanların birbirlerinin acı verici duygularını sakinleştirip, yatıştırabilmesidir. Ben acı verici bir duygumu sana açıklarım, sen de bana uyumlu bir cevap verirsin ve bağlanmayı teşvik edecek bir cevap verirsin. Kendimi kötü hissettiğimde eşimin beni yatıştırmasına ihtiyacım olması, patolojik bir şey değildir.

  • Duygular Bize Ne Söyler?

    'Nasılsınız?' Her gün kaç defa duyarız bu soruyu ve kaç defa sorarız birilerine. Cevabı genelde aynıdır, diller alışmıştır "iyiyim teşekkürler siz nasılsınız?" Peki zihinler neler söylemek ister? "Beni anlar mi? Beni yargılar mi? Beni ayıplar mı?" çekinceleri bazen ortamın bazen zamanın imkan vermemesiyle güç bulur. Ezbere cevaplar verilir ve gerçekten nasıl olduğumuz kendimize kalır çoğu zaman. Bazen bir kalem bir kağıt yeter anlatmaya, bazen de terapi odasında paylaşırız nasıl olduğumuzu... İnsan olarak bizler farklı zamanlarda kızabilir, üzülebilir, neşelenir, bazen de mutluluktan uçabiliriz. Olumlu duyguların hep bizimle olmasını, olumsuz duyguları ise hiç yaşamamak isteriz. Peki bu mümkün mü? Sürekli bir mutluluk, her daim bir neşe yaşayan bir insan için ne kadar gerçekçi? Mutluluk bizi biran olsun yalnız bırakmamalı mı? Gün gece ve gündüz diye değişirken, havalar her mevsim hatta her hafta başkayken, çiçekler bazen açıp bazen solarken, hayat koşturmacasinda insan hep mutlu kalabilir mi? İrvin Yalom Din ve Psikiyatri kitabında şöyle anlatır: "Fransız romancı Andre Malraux, günah çıkaran insanların itiraflarını onlarca yıl boyunca dinleye dinleye insan doğası hakkında öğrendiklerini şöyle özetleyen bir taşra papazından bahseder: 'Öncellikle insanlar sanılandan çok daha mutsuz...ve olgun insan diye birşey yok.' Hayatın neşesi kadar kaçınılmaz olan karanlığı da yaşamak, hastalar ve terapistler de dahil olmak üzere herkesin kaderi: hayal kırıklığı, yaşlanma, hastalık, soyutlanma, kayıp, anlamsızlık, zor seçimler ve ölüm." Evet burada altını çizdiğim en önemli cümle: 'hayatın neşesi kadar kaçınılmaz olan karanlığı da yaşamak' Tek yaşamamız gereken duygu mutluluk değil elbet. İnsan olmamızın bir gereği olarak her duyguyu yaşamak gerek. Sadece mutluluğu istemek içimizde bir tek ona yer açmak bizi hem bedenen hem zihinsel olarak yorar. Eğer istediğimiz içsel bir huzur duygusu ise, anlamlı bir yaşam hissiyse veya zihinsel bir doygunluksa bunun yolu her duyguya yer açmak onları yaşamaktan geçiyor belki de...Ne dersiniz? Aslında duygunun olumlu ve olumsuz olmasından ziyade bize ne söylediğini anlamamız daha işlevseldir. Duyguya eşlik eden düşüncelerimizin ne kadar gerçekçi olduğunu değerlendirmek bize farkındalık kazandırıp değişime fırsat sunar. Hakan Türkçapar Fark et Düşün Hisset Yaşa kitabında şöyle diyor; "duygu yok edilecek değil, öncelikle kabullenilecek, yaşanılacak ve değerlendirilecek bir işarettir. Duygu dış dünya ve iç dünyamızdan haber getiren bir habercidir. Bu haberci bazen iyi bazen kötü haberler getirebilir. Ama unutmayalım ki kötü bir haber söz konusu olduğunda haberciyi yok etmek haberi ortadan kaldırmaz. Dr. Mustafa İSPİR

  • Ruh Sağlığı ve Bozukluğu

    Ruh sağlığı alanında çalışanların sıkça karşılaştığı sorulardan bir tanesidir "ben normal miyim?". Bu makalede bu zor soruya beraberce yanıt arayacağız. Öncelikle sağlık kavramından bahsetmeliyiz. Dünya Sağlık Örgütü, sağlığı ‘’bedensel, ruhsal ve sosyal iyilik hali’’ olarak tanımlıyor. Bedensel iyilik halini günümüzde birçok tahlil, tetkik vs. ile tespit edebiliyoruz. Hatta bu işin bir adı bile konmuş: ’check-up’. Peki ruhsal ve sosyal olarak check-up yapılabilir mi? Kimlere normal, kimlere anormal diyeceğiz ve bunu nasıl yapacağız? ‘Normal’ terimi istatistiksel olarak çoğunluğa uyan ve aşırı uçlarda kalmayan demektir. Hekimlikte istatistiksel yöntem sık kullanılır ve bulgulara göre normalin alt ve üst sınırları belirlenir. O halde; ruh sağlığı açısından çoğunluğa uyum sağlamak normalliğin kriteri olabilir mi? Örneğin bir toplumda çoğunluk akıllı telefon kullanıyor, telefonu elinden düşürmüyor, ailesine ve çocuğuna vakit ayırmıyorken; az sayıda kişi telefonu sadece işte kullanıyor, ailesiyle ve çocuğuyla kaliteli vakit geçiriyorsa bu toplumda çoğunluğa mı, yoksa azınlığa mı normal diyeceğiz? Tarihsel süreci incelediğimizde de iz bırakan büyük şahsiyetler çoğunluğa uymayan ve onları değiştirmeye çalışanlar olmuşlardır. Öyleyse istatistiksel tanım ruh sağlığında hem göreceli, hem de bazen geçersiz kalabilmektedir. Klinik olarak bireyde aşırı anksiyetenin ya da belirgin psikopatolojinin olmayışı, aynı zamanda kendisinden memnun, sosyal ilişkilerinde rahat ve mutlu oluşu normal olarak değerlendirilebilir. Fakat ileri derecede bencil, başkalarına kolayca yalan söyleyen, toplumun sorunlarına duyarsız birisi halinden memnunsa, sosyal ilişkileri iyiyse ve mutluysa bu kişi ‘normal’ midir? Öte yandan herkese yardım etmeye çalışan, doğru sözlü, toplum yararına çalışan ama tedirgin ve kaygılı olan kişiye anormal diyebilir miyiz? İnsanın hayatında kaygı, üzüntü, acı çekme bir psikolojik rahatsızlığın belirtisi olabileceği gibi; duruma göre anormal sayılmayacak doğal tepkiler olabilir. Hatta bazı durumlarda üzülmemek, ağlamamak, kaygı duymamak anormal olabilir. Psikoanalize göre ise normallik ölçütü id, ego, superego arasındaki dengedir. Ruh sağlığı yerinde olan kişinin alt benlik(id) dürtülerine doyum sağlayan, aynı zamanda çevresine uyum sağlayabilen(ego) ve üstbenliğin(superego) de sesine kulak verebilen birisi olduğu kabul edilir. Fakat bu tanımlamada da dürtülerin doyumu, çevreye uyum, üstbenliğin beklentileri görecelidir ve her zaman tartışmaya açıktır. Psikoanalizin kurucusu Freud’a normalin koşulları sorulunca ‘’çalışmak ve sevmek’’ diye cevap vermiş. Bu iki sözcük üzerinde ise yüzlerce kitaplar yazılmış ve yazılacaktır. En başta söylediğimiz gibi ‘normal’ i tanımlamak oldukça güçtür. Milattan önce yaşayan ünlü filozof Aristo ‘’Bir miktar delilik karışımının bulunmadığı mükemmel bir ruh yoktur.’’ demiş. 19.yüzyılda İsviçreli psikiyatr Eugen Bleuler, öğrencisi Gustav Bychowski’ye şöyle bir öğüt vermiş: ‘’Hiç kimseye normaldir belgesi verme, ben karıma bile vermem’’. Günümüzde de Prof.Dr.Orhan Öztürk’e göre normalliğin ve aşırı olmayan anormalliğin sınırları net değildir, ölçütleri görecelidir. İstatistiksel ve klinik görüşlerin, çevreye uyum varsayımının hepsinde az ya da çok gerçek payı vardır; fakat çağdan çağa, toplumdan topluma, hatta kişiden kişiye görecelidir, değişebilir. Sonuç olarak; her kişide tutarsız, uygunsuz, aşırı, yetersiz davranışlar görülebilir. Fakat bu davranışlar sürekli yada tekrar eder tarzda ise, işlevselliğini ve/veya kişilerarası ilişkilerini bozuyorsa; ruh sağlığı alanında çalışan hekim, psikiyatr veya klinik psikologlara başvurması gerekir.

  • 5 Soruda Sosyal Fobi

    1- Sosyal Fobi nedir, belirtileri nelerdir? Sosyal Anksiyete Bozukluğu (Sosyal Fobi); kişinin diğer insanlar tarafından yargılanabileceği kaygısını taşıdığı, toplumsal ortamlarda rezil olacağı konusunda belirgin ve sürekli korkusunun olduğu bir kaygı bozukluğudur. Kişi sosyal ortama girdiğinde veya daha girmeden; yüz kızarması, terleme, ağız kuruluğu, çarpıntı, nefes kesilmesi, nefes darlığı, mide bağırsak sisteminde rahatsızlık, diyare, kas gerginliği, titreme gibi fiziksel belirtiler gösterir. Aklından “güçsüzüm, yetersizim, çirkinim, beğenilmiyorum, rezil oluyorum, hata yapmamalıyım, mükemmel olmalıyım” gibi düşünceler geçer. Korkulan ortama girmeme, korkulan ortamı terk etme, göz temasından kaçınma, ilgisiz şeyler düşünme gibi kaçınma ve emniyet arama davranışları gösterir. 2- Sosyal Fobi hangi durumlarda ortaya çıkar? Liebowitz Sosyal Fobi Ölçeği’nde belirlenen sosyal durumlar şu şekildedir. -Toplum içinde telefonla görüşme -Küçük bir grup etkinliğinde yer alma -Toplum içinde yemek yeme -Toplum içinde bir şeyler içme -Yetkili biri ile konuşma -Dinleyiciler önünde konuşma, rol yapma -Başkaları tarafından izlenirken çalışma -Çok iyi tanımadığı biriyle telefonda görüşme -Çok iyi tanımadığı biriyle yüz yüze konuşma -Yabancılarla karşılaşma -Genel tuvaletleri kullanma -Birilerinin oturduğu odaya girme -İlgi odağı olma -Bir toplantıda hazırsızlık konuşma yapma -Yetenek, yeti veya bilgi testine tabi tutulma -İyi tanımadığı birine onaylanmadığını veya aynı düşüncede olmadığını ifade etme -Çok iyi tanımadığı birinin gözlerinin içine bakm -Önceden hazırlanmış bir raporu bir gruba sözel olarak sunma -Romantik veya cinsel ilişki amacıyla birini tavlamaya çalışma -Alınan bir malı parasını geri almak üzere iade etme -Parti / davet verme -Israrlı bir satıcıya karşı koyma 3- Sosyal Fobinin çekingenlikten farkı nedir? Sosyal fobik bireyler diğer insanlar tarafından olumsuz değerlendirebilecekleri biçiminde bir tehlike algıladıklarında ilgi ve dikkatlerini kendilerine yöneltmektedirler. Çevrede neler olduğuna dikkat etmeksizin kendi olumsuz otomatik düşüncelerine odaklanmaktadırlar. Bu durum çekingenlikle sosyal fobi arasındaki en önemli farklardan biridir. Çekingen veya utangaç kişi sosyal ortamlara, sosyal fobiye benzer şekilde olumsuz düşüncelerle giriyor olabilir. Ancak çevreyi gözlemleyebilmesi sonucu kendisine olan olumlu tavırları fark ederek olumsuz düşüncelerden kurtulabilir. 4- Sosyal Fobinin tedavisinde hangi yöntemler kullanılır? Kişinin durumuna göre bazen tek başına psikoterapi, bazen tek başına farmakoterapi (ilaç tedavisi) gibi tedavi yöntemleri kullanılır. Bazı durumlarda her iki yöntem beraber kullanılabilir. 5- Bilişsel Davranışçı Terapide Sosyal Fobi tedavisi için neler yapılır? Bilişsel davranışçı terapi en yaygin kullanilan ve etkinligi yuksek olan terapi yöntemlerinden birisidir. Sosyal fobinin tedavisinde in-vivo(yaşayarak) maruziyet, hayali maruziyet, davranış deneyleri gibi davranışçı müdahaleler yapılır. Yaşanan kaygı duygusunu ve bu kaygıya karşı oluşan bedensel tepkileri tanıma, kaygı doğuran durumlardaki düşüncelerin ne olduğunu anlama, düşünce hatalarını tespit ve yeniden yapılandırma gibi bilişsel müdahaleler yapılır. Bireysel terapiler yapıldığı gibi grup terapisi de uygulanabilir. #sosyalanksiyetebozukluğu #sosyalfobi #psikoterapi #mustafaispir

  • Akıllı Telefonlar Bağımlılık Yapar mı?

    Son 10 yılda hayatımızın her alanına giren akıllı telefonlar ve kullanımı her geçen gün artan sosyal medya. Bize kattıkları mı fazla? Bizden aldıkları mı? Bu herkes için farklılık arzedebilir. Fakat yapılan yeni çalışmalar, davranışsal bağımlılıkların (internet, dijital oyun, akıllı telefon, alışveriş, kumar..) alkol ve madde bağımlılığına benzer sonuçları olabileceğini gösteriyor. Şu anda davranışsal bağımlılık olarak sadece kumar oynama bozukluğu tanı kitabına(dsm-5) girmiş olsa da; akıllı telefon, internet ve sosyal medyanın aşırı kullanımı giderek artan bir sorun olarak karşımızda duruyor. İşte kendimize soracağımız sorular; 1-Istedigim etkiyi elde etmek için daha fazla kullanıyor muyum? 2-Kullanimi azaltmak için sürekli başarısız girişimlerim var mı? 3- Akıllı telefon kullanımı ile ilgili sürekli bir meşguliyetim var mı? 4- İstenmeyen duygular yaşadığımda akıllı telefona yöneliyor muyum? 5- Zaman kavramını kaybedecek düzeyde aşırı kullanıyor muyum? 6- Aşırı kullanım yüzünden kişiler arası ilişkilerimi ve işimi riske atıyor muyum? 7- Daha yeni bir telefona, daha fazla uygulamaya ve daha fazla kullanmaya ihtiyaç duyuyor muyum? 8- Akıllı telefona veya internet ağına ulasamadigimda yoksunluk belirtileri(sinirlilik, gerginlik,huzursuzluk...) yaşıyor muyum? Bu soruların birçoğuna evet diyorsanız bazı yaşam tarzı değişikliklerini gündeminize alabilirsiniz. Peki neler yapabiliriz? 》Öncelikle aşırı kullanımın ve zararlarının farkına varmak. 》Yüz yüze ve sağlıklı ilişkileri geliştirmek. 》Beyindeki ödül mekanizmasını çalıştıracak başka aktivitelere yönelmek. 》Sürekli online olmak yerine kendimize vakit ayırmak. 》Düzenli yürüyüş, spor, egzersiz yapmak. 》Günün belli saat dilimlerinde telefonu kendimizden tamamen uzaklaştırmak. 》Bildirimleri kapatmak, ekran parlaklığını azaltmak. 》Bu önlemlere rağmen bir değişiklik olmuyorsa bir psikoterapi desteği almak gerekebilir. #telefonbağımlılığı#davranışsalbağımlılık#psikoterapi#mustafaispir

  • Yas Süreci ve Baş Etme Süreci

    Yas insanların en acısız, çaresiz, üzgün ve kaybettikleri kişini bir daha görememenin verdiği ayrılık acısının hissettirdiği ve bir takım ritüellerden oluşan bir süreçtir. Farklı kültürlerde farklı ritüellerle kişi bu süreci atlatır ve belirli bir zaman sonra hayatına devam etmesi bekleniyorken,kişinin yas sürecini uzatması patolojik durum olarak değerlendirilmeli ve destek alması sağlanmalıdır. Kılavuz kayıp yaşayan kişinin ne zaman destek alması gerektiğini ve doğal yas sürecinin evrelerini açıklayacaktır. Terimler: Kayıp – sevdiğin birisini kaybetme Keder, acı – kayıp için verdiğimiz psikolojik tepki Matem – kederin toplumsal görüntüsü İnsan her türlü kayıplardan sonra kederlenebiliyor, bunlardan en acısı ve ağırı sevdiği kişilerin kaybıdır. Bu listeye eş, dost, akraba, anne, baba ve çocuk ekleniyorken, bir çok durumda erken doğum veya düşükler nedeniyle kayıplar gözardı edilebiliyor ve hatta kişiye yas tutması dahil müsade edilmiyor. Bu gibi durumlarda genelde yasını tutamayan annenin hemen toparlanması bekleniyorken hormonların da etkisinden kaynaklı kadın farkında olmadan ruhsal problemler yaşayabiliyor. Oysa, bu durumla karşılaşan anne normal yas süreci geçirmesi için desteklenirse, süreç daha doğal ve sorunsuz atlatılacaktır. Kişiler, kültürler ve düşünce yapıları farklı olduğu için her insanın yas sürecine vereceği tepki aynı olmayacaktır. Ama ortalama bir yas sürecinin aşamaları genel olarak aşağıdaki gibidir: Acı haber karşısında hayrete düşmek – inanmamak! Duygusal uyuşma – kişi o an hiç bir şey hissedemez! Yas merasimi için akrabalarla hazırlık yapar belki veya sessiz bir köşeye çekilir! Özlem – bir zaman sonra uyuşma hissi geçer ve yerini özlemle değişir. Bu özlem hissine öfke eşlik edebilir. Öfke – kişi bu süreçte doktorlara, hemşirelere ve ya sadece ölümden sorumlu tutulanher kese karşı öfke geliştirmeye başlar. Suçluluk – kişi yaptığı ve yapmadığı her şey için kendini suçlamağa başlar Aşırı öfke, sinir ve patlama krizi – bu durum ölümden yaklaşık iki haftada pik noktasına ulaşır, ve kısa süre sonra üzüntü veya depresyonla yer değişir. Depresyon ve üzüntünün dört ile altı hafta içinde en pik noktaya ulaşması beklenmektedir. Ani ağlama nöbetleri, başkalarından uzaklaşma ve aktivitelerde azalma bu haftalarda normal yas sürecinin bir parçasıdır. Düşünme – beraber geçirilen anıları tek-tek düşünme evresi Hatırlatıcılardan kurtulma – bu evre yasın son evresidir ve farklı kişilerde kendini farklı gösterebilir. Tüm hatırlatıcıların ortalama bir veya iki yıl içerisinde acıtmaması ve kişinin ölmüş olan kişini ‘bırakması’ ve hayatına kaldığı yerden devam etmesi beklenmektedir. Çocuk ve Ergenler Çocuklar 3 veya 4 yaşına kadar ölümün anlamını tam anlamasalar da, erişkinlerin yaşadığı yas sürecini onlar da hissedebiliyorlar. Bebeklik çağından itibaren çocuklar acı hisseder ve ağır strese maruz kalabilirler. Çocuklar bu süreci erişkinlerle kıyaslandığı zaman daha hızlı atlatabiliyorken, okul çağlarında bir çocuk ölüm veya kayıptan kendini sorumlu görebilir. Ergenler ise genelde içe kapanmağı ve konuşmamağı tercih ederler. Olası bir yas sürecinde çocuk ve ergenleri bu sürece dahil etmek önemlidir. O da herkesle beraber yasını tutmalı ve asla süreci yalnız yaşamamalıdır. Her ne kadar iyilikleri düşünülse de, bu onlara yapılmış haksızlık olabilir. Ailenin bir üyesi öldüğünde çocukları ve gençleri sürece dahil etmek çok önemlidir. Kayıp Yaşayan kişiye nasıl destek olunur? Sürekli yanında olmağa çalışılmalı ve kişi kendini yalnız hissetmemelidir. Konuşmak ve konuşturmak yerine rahatlayacağı ortam sağlamak doğru karar olabilir. Kendisi konuşmak ve acısını paylaşmak ve ağlamak istedikçe buna müsaade edilmelidir. Genelde kişiler acıları ve aynı şeyleri tekrar-tekrar ve sürekli konuşmak isterler. Bunu yaptıkları zaman onları desteklememiz çok önemlidir, çünkü bunu ne kadar sık yaparlarsa süreç o kadar hızlı ilerleyecektir. Yastan sonra kişi düğünler, nişanlar, yıldönümleri ve s.gibi eğlenceli aktivitelerde genelde rol almaktan çekinmektedir. Bu dönemde kişiye destek olmak için çaba sarf edilmesi önemlidir. Ölen kişinin sorumlulukları birilerinin omzuna kaldığı zaman bu yas sürecini daha ağırlaştırabiliyor. Bunu hafifletmek için kişiye yardımcı olunması gerekir. Kişiye yas sürecini atlatmak için zaman tanımak çok önemlidir. Ne zaman destek alınması gerekir? Psikolojik olarak yasın her evresinde destek alınması önerilmestedir, çünkü bu süreci kontrol altında tutmaya ve kişinin patolojik belirtiler geliştirmemesine yardımcı olacaktır. Zamanında destek alınmazsa ve kişi patolojik yas yaşamağa devam ederse kişinin en kısa zamanda destek alması öneriliyor. Bunun için aşağıdaki belirtileredikkat edilmesi önerilmektedir: Kişi psikiyatrik bozukluk geliştirdiyse Kişi iyileşmek yerine daha kötüye doğru gidiyorsa 4-6 hafta sonra hayatına geri dönmekte zorlanıyorsa 1-2 yıl geçmesine rağmen ölen kişinin patolojik şekilde yasını tutmağa devam ediyorsa

  • Çocuklarda cinsellik

    Freud: Phallic dönem - 3-5, bazen de 6 yaşına kadar devam eder. Bu dönemin çocuklar ve gelecekleri açısından önemi o ki, Freud' a göre dönemi doğru atlatamayan çocuklar gelecekte aile hayatında başarısız olurlar, cinsel tutuma karşı saplantılı ya da aşırı koruyucu olabiliyorlar. Bu dönemde aslında çocuklarda ne baş verdiği çok önemli, bu dönemi ben az da olsa ergenlik dönemine benzetirim, çünkü çocuk kendi anatomisinin farkına varır. Kızlar kız çocuğu olduklarının, erkekler ise erkek çocuk olduklarının farkına varıyorlar. Çocukları bu yaşlarda gözlemlersek genelde kızlar kız, erkekler ise erkek çocuklarla oynarlar, diğer cinsten olanı dışlamak eğilimi uyanır çocuklarda. ( ama kişiler arasında farklılık unutulmamalıdır, bazen çeşitli sebeplerden problemli ya problemsiz çocuklar da aksi durum gözlenebilir, bu konu çocuk psikologu tarafında ele alınabilir). Artık çocuk kimin erkek kimin kadın olduğunun farkına varmıştır ve yanlarındaki en yakın erkek ve kadın anne ve babasıdır. Bu dönemde kız çocuklarının babaya, oğlan çocuklarının anneye düşkün olma sebebi buradan geliyor. Artık erkek çocuklar annelerine aşırı bağlanır ve babalarını annelerinden kıskanır, kızlarda babalarına aşırı bağlanır ve annelerini kıskanırlar. Bu dönemin en sorunlu tarafı aileler için çocuğun cinsel organları ile oynaması durumu olarak genelde psikologların önüne çıkar. En son anaokulunda staj yaptığım zaman anne dehşetler içinde "Çocuğum mastürbasyon yapıyor, insanlar içine çıkarmaktan korkuyorum, insanlar ne anlar, Allah korusun bizi örnek aldığını düşünürlerse ne yaparız?, babası beni sorgular ise ne cevap vereceğimi şaşırdım" - iddiasıyla gelmiş bir anne ve gözlerinde çok büyük telaş ve korku... Anneyi anlamak belki kolay, insanların cinsellik üstüne kurduğu tabular, ayıplar, önyargıdan korkar. Çünkü kendisi de aynı duruma düşmese belki o da kınardı o çocuğu, çocuğun ailesini. Bu dönemde anlaşılması gereken şey aslında çok basit. Çocuk nasıl parmağını burnuna sokar, gözlerini kaşır, parmaklarıyla oynar ve tüm tabu olmayan kısımlarına dokunursa, onun için cinsel organların başka anlamı yoktur! Ailelerin bunu anlaması zor. Bu şeylerle karşılaşan aile ne yapar? Olayın üstüne gittikçe çocuk da cinselliği tabulaştırabilir, daha fazla yapmaya başlar ve ailesini bununla cezalandırabilir istedikleri yapılmadığında, bu da kısır döngü oluşturur. İkinci versiyon çocuk cezalardan korkar, korktuğu için çekinir, durumu tabulaştırır ve bu da gelecekte aile ve cinsellikle ilgili sorunlarına getirip çıkarır. (Kadınlarda vajinismus, erkeklerde isteksizlik veya tam tersi cinsel sapkınlıklar ve s) Böyle durumla karşılaşıldığında aile ne yapmalı? -Görmezden gelmeli -çocuğu asla ve asla cezalandırmamalı -insanlara anlatmamalı, hele bir de çocuğun duyacağı şekilde hiç olmamalı -çocuk genelde sıkıldığında, zevk arayışı içinde olduğundan yaptığını varsayıp dikkatini oyuna yönlendirmelisiniz, sevdiği, güzel bir oyun oynayabilirsiniz -çocukla olayı müzakere etmemelisiniz, çocuğun olayın farkında olmaması gerekir ki yaptığı şeyin ne olduğunu anlamasın. Çünkü onun için cinsel organı burnuyla oynaması ile eşdeğer bir organsa neden fer hangi bir organına farklı anlam yükleyelim ki? - ve genelde çocuğunuza gerçekten kaliteli zaman ayırırsanız ve durumu normal fizyolojik, biyolojik bir olay olarak görürseniz olay ortadan kendiliğinden kalkacaktır. Freud 'a göre, bu dönemini patolojik tamamlayan çocuklarda cinsel kişilik, sapkınlık, eşcinsellik vs. gibi durumlar görünebilir. Çocuğumuzla çocuk olalım. Çünkü onlar en değerli varlıklarımız.

  • Okul Fobisi

    Okul fobisi, kuvvetli bir endişe nedeniyle çocuğun okula gitmeyi reddetmesi ya da okula gitmede isteksiz görünmesidir. Genellikle 5-8 yaşları arasındaki çocuklarda görüldüğü gibi 11-14 yaşlarında da görülebilmektedir. Okul fobisi olan çocuklar, okula olan isteksizliklerini genellikle bedensel yakınmalarla dile getirir ve anne babalarını ikna etmeye çalışırlar. Bu bedensel yakınmalar çoğu zaman gerçekten olmaktadır ve okula gitme bahsi kapandığı zaman etkisi kaybolmaktadır. Okul fobisi olan çocukların mide bulantısı, karın ya da baş ağrısı şeklinde bedensel şikayetleri genellikle sabahları uyanır uyanmaz görülmekte okula gitmemelerine karar verildiğinde ise kendiliğinden kaybolmaktadır. Eğer çocuk öğleden sonra okula gidecekse bu şikâyetler sıklıkla öğleden sonra görülmektedir. Her fobi gibi okul fobisinde de kalıtımsal ve yapısal etkenlerden çok, psikolojik yaşantılar daha önemli yer tutmaktadır. Okul fobisi nedensiz gibi gözükse de, korkuyu oluşturan bazı temel etkenler vardır. Bunların başında aşırı koruyucu aile tutumları gelmektedir. Okul fobisi olan çocukların daha önceki yıllarında anneleri tarafından aşırı özen içinde büyütüldükleri görülmektedir. Bu tür anneler sürekli çocuklarını gözetir ve tüm isteklerini yerine getirirler. Çocuklarını gözlerinin önünden bir an olsun ayırmak istemeyen koruyucu anneler özellikle çocuklarının bedensel rahatsızlıklarıyla yakından ilgilidirler. Aşırı koruma sonucu annelerine bağımlı hale gelen çocuklarda anneden ayrı kalma korkusu (Bunaltısı) okul fobisiyle yakından ilgilidir. Çocuk anneden ayrı kaldığında annesine ya da kendisine bir şeyler olacağı endişesi yaşar. Okul fobisi yaşanmasının diğer bir sebebi ise çocuğun anne ve babası arasındaki şiddetli geçimsizlik olabilir. Çocuk okula gittiği zamanlarda anne veya babasının güvenliğinden ve huzurundan şüphe eder. Bu endişe durumu çocuğun okulla ilgili olumsuz duygular barındırmasına sebep olur ve ebeveynini yalnız bırakmayı göze alamaz. Böyle bir durumda bedensel şikayetlerde bulunan çocuk bazen hırçınlık nöbetlerine girer ve sürekli ağlayabilir, öfke patlamaları yaşayabilir ve panik atak geçirebilir. Çocuğun okuldaki arkadaşları arasında pasif kalacağı ve başarılı olamayacağı gibi korkuları da okul fobisine neden olabilir. Çocuk kendisini derslerle ilgili konularda yetersiz görebilir. Bu durumda çocuk bu endişelerinin doğru olmadığına ikna edilmeye çalışılsa da çocuğun kendi iç dünyasındaki çatışma ve huzursuzluk sona ermedikçe okul fobisi devam edecektir. Ayrılık endişesi, değişikliğe olan uyum güçlüğü ve sıkıntılar da okul fobisinin nedenlerinden sayılabilir. Konu ile ilgili yakınmalar ve problemlerin şiddetlenmesini (artmasını) beklemeden bir an önce uzmana başvurulmalıdır.

  • Depresyon Nedir, Tedavisi Nasıl Olur?

    Depresyon genel olarak çökkün ruh hali ve yapılan eylemlerden zevk alamama ile belirginleşen ve genellikle umutsuzluk, karamsarlık, konsantre olmada güçlük, intihar düşünceleri veya girişimi, uykusuzluk/aşırı uykululuk, iştah kaybı/ iştahta artış, kilo kaybı/kilo alımı gibi ek belirtilerle kendini gösteren duygu-durum bozukluğuna ait bir tablodur. Bu tablonun bir depresyon atağı olması için en az iki hafta sürmesi gerekmektedir. Depresyon kişide düşünsel, davranışsal ve bedensel olarak birtakım belirtilerle gündelik hayatı olumsuz olarak etkileyen ve engelleyen bir bozukluktur. Kişinin bir takım olumsuz düşünceleri ve bu düşüncelerini destekleyen davranışlarının kaynaklık ettiği düşünülen depresyonda kişi, umutsuzluk ve çaresizlik duyguları ile dikkatini toplamada sıkıntılar yaşar ve sık sık yaptığı ve yapacağı faaliyetleri unutur. Kişinin yaşadığı düşünsel bu sıkıntılara ek olarak, aynı zamanda kişi herhangi bir eylemde bulunma durumunda kendini güçsüz, yorgun ve bitkin hisseder. Hareket gerektirecek her aktivite veya işten uzak durma eğilimindedir. Bu durum kişinin sosyal hayatına da yansır ve kişi giderek sosyal içe çekilme yaşamaya başlar. Bunun yanında depresyondaki kişiler genel olarak iştah, uyku ve cinsel isteklilikte de sorunlar yaşar. Sık sık kilo değişimi, uykuya dalamama, uykuyu sürdürememe, erkenden uyanma ve tekrar uyuyamama, aşırı uyma ve cinsel isteklilikte belirgin azalma söz konusudur. Hayatının her alanında kişiyi engelleyen bu rahatsızlığa karşı bir müdahale olmadığı ve tedavi edilmediği taktirde giderek kronik bir hal alabilir ya da ataklar halinde tekrar etmeye devam edebilir. Buna ek olarak bu duygu durum bozukluğu kişiyi, depresyonun en ciddi komplikasyonlardan biri sayılabilecek intihara kadar sürükleyebilir. Depresyonun kişiyi sürüklediği tüm bu zorluklara karşı bazen kişiler depresyonu bir rahatsızlık olarak algılamamakta veya önemsememektedir. Bu da depresyonun güçlenmesine ve daha kronik bir hal almasına neden olmaktadır. Oysaki depresyon oldukça yaygın bir hastalıktır. Genel olarak araştırmalar depresyonun görülme oranının yaklaşık %15-20 olduğunu bulgulamaktadır. Çalışmalar yüksek yaygınlık hızının yanı sıra, depresyonun son yıllarda katlanarak arttığını da vurgulamaktadırlar. Depresyonu açıklamaya dönük bir çok psikolojik kuram ortaya atılmıştır. Bunlardan en çok kabul göreni depresyonun bilişsel-davranışsal modelidir. Bu kuruma göre depresyona bir takım işlevsiz düşünceler kaynaklık etmekte ve hareketsizlik, erteleme, kaçınma gibi davranışlar da depresyonun sürmesine neden olmaktadır. Depresif kişiler gerek kendilerini gerek çevreyi gerekse de geleceği olumsuz algılama eğilimindedirler. Bu üç alana dair yapılan değerlendirmeler ve yorumlar sağlıksız bir takım düşünceler zinciriyle örülmüştür. Kişiler böyle düşünmelerinin yanında, dış dünyada da bu düşüncelerin karşılığını görecek davranışların içine düşerler. Bu düşünce ve davranış özellikleri birbirini besleyerek kişiyi bir kısır döngünün içine sürükler. Örneğin hiçbir arkadaşının kendisini sevmediğini düşünen biri, arkadaşlarının dışarıya çıkma tekliflerini de reddetmektedir. Böylece yakınlık kurmaya dönük fırsatları da reddetmiş olan kişi daha çok yalnız kalmakta, yalnız kaldıkça da kimsenin kendinden hoşlanmadığını düşünmeye devam etmektedir. Depresif kişi için bu olumsuz ve işlevsiz düşünce ve davranışlar bir kısır döngü oluşturduğundan kişinin bu durumdan kurtulabilmesi oldukça zor olmaktadır. Depresyondaki kişiler medikal tedavi ve psikoterapi gibi etkili tedaviler almadıkça şikayetleri duruma bağlı olarak azalsa da, her hangi zor ve stresli bir yaşam olayında tekrar ve hatta daha şiddetli bir şekilde geri gelme eğilimindedir. Tamamen ve kalıcı olarak iyileşme ancak medikal tedavi ve psikoterapi gibi bilimsel yollarla mümkündür. Çünkü yerleşmiş olumsuz düşüncelerin bir uzman tarafından keşfedilip işlenmesi ve kişinin kaçındığı ve ertelediği sorun davranışların takip edilmesi gerekir. Depresyon tedavisinde çeşitli psikoterapi yaklaşımları bulunmaktadır. Bunlardan en etkili olanlarından biri bilişsel-davranışçı terapilerdir. Bilimsel araştırmalarla etkililiği kanıtlanmış olan BDT, hedef yönelimli ve sorun çözmeye odaklı olduğundan diğer psikoterapilere göre daha kısa sürmekte ve bu da danışanlar için ekonomik avantaj sağlamaktadır. Bilişsel davranışçı terapiler klinik psikologlar tarafından uygulandığı gibi bu alanda yetkin kurumlarca verilen eğitim ve süpervizyonunu tamamlamış kişiler tarafından da yürütülebilir. Önemli olan yardım alacağınız kimsenin bu alanda uzmanlık almış olduğundan emin olmanızdır, aksi halde klasik bir danışmanlık veya psikolog görüşmesi her ruh sağlığı sorunu gibi depresyonu da iyileştirmek için yeterli olmayacaktır. Medikal tedavi yani ilaç tedavisi ise psikiyatristler tarafından yapılmaktadır. Araştırmalar hem ilaç hem de psikoterapi alan kişilerin sadece ilaç ve sadece terapi alan kişilere kıyasla daha kalıcı ve daha kısa sürede iyileştiğini bulgulamışlardır. Bu nedenle depresyondaki kişilerin her iki tedaviyi mümkünse aynı anda almaları önerilir.

  • Cinsel İşlev Bozuklukları ve Cinsel Terapiler

    Cinsel yaşamda bazı durumların kaynaklık ettiği ciddi bir takım sorunlar ortaya çıkabilir. Özellikle evli çiftlerde müdahale edilmeyen cinsel sorunlar giderek günlük hayata yansımaya, iletişimi bozmaya ve mutluluğu engelleyen büyük bir sorun haline gelmeye başlar. Sağlıklı bir cinsel tepki, öncelikle partnerlerin birbirlerini öpmeleri gibi davranışlarla başlar ve ardından bedensel tepkiler üç dönemden geçer. "Uyarılma” dönemi olan ilk dönemde, kadında ıslanma erkekte sertleşme tepkileri gelişir. Uyarılma devam ettikçe hazın en üst noktasına ulaşılır. "Orgazm” dönemi olarak adlandırılan bu dönemde erkekte boşalma ve kadında da kasılma meydana gelir. Son dönem olan "sonlanma” döneminde ise tatmin olmuş ve rahatlamış bir hal vardır. Cinsel sorunlar genel olarak cinsel isteksizlik, uyarılmada güçlük, orgazm olmada sıkıntılılar, ağrı bozuklukları olarak sınıflandırılabilir. İsimlerinden de anlaşılacağı üzere bazı sorunlar, normal cinsel tepkinin direkt olarak bir basamağı ile ilgilidir. Ancak söylenebilir ki bu sorunların hepsi temel olarak, yukarıda bahsedilen doğal cinsel tepkilerin o ya da bu sebeple baskı altına alınması ile ortaya çıkmaktadır. Normal cinsel tepkileri engelleyecek veya etkileyecek bir çok sebep olabilir. Bunlardan en önemlileri, cinsellikle ilgili yanlış inançlar, eksik bilgiler, yetiştirilme tarzı, geçmiş kötü deneyimler, partneler arası iletişim ya da ilişki sorunları, partnerlerin kendilerine olan güvensizliği ya da kendilerini beğenmemeleri olarak sıralanabilir. Örneğin vajinismus tanısı alan bir kişi için ilişkiye girmek "çok acılı” bir süreç olarak değerlendiriliyor olabilir. Bu tür bir inanç kişinin ilişkiye girmeye karşı yoğun bir korku geliştirmesine neden olabilir. Diğer bir örnek ise, yoğun iş temposundan cinsel istekliliği düşen bir kişi eşine karşı kendini suçlu hissedebilir ve sertleşmede güçlükler yaşayabilir. Ya da evliliğe kadar cinsel yaşam bir tabu gibi algılanabilir ve üstü örtülmüş, bastırılmış olabilir. Bu durum cinsel konularla konularla ilgili hiçbir bilgi ve deneyim sahibi olunamaması ile sonuçlanır ve evlilikte çözümsüz sorunlara dönüşebilir. Cinsel sorunlara bir çok şey kaynaklık edebileceği için ayrıntılı ve dikkatli bir psikolojik değerlendirme yapılmalıdır. İyi bir cinsel terapi, doğal cinsel tepkinin hangi aşamasında sorun yaşandığını ve yaşanan bu soruna ne tür düşünsel , duygusal ve davranışsal özelliklerin kaynaklık ettiğini iyi değerlendirip tespit etmelidir. Çiftler daima terapistle bir arada görüşmelere katılmalıdırlar. Sıkıntılar iki taraftan da dinlenmeli, uzlaşma sağlanmalı ve söz birliği içerisinde tedaviye başlanmalıdır. Çiftlerin kendilerine veya eşlerine karşı duyduğu güvensizlik veya öfke gibi olumsuz duygular üzerinden gidilerek gerek genel cinselliğe dair gerekse de kendilerine veya eşlerine karşı işlevsiz düşünce ve davranışlar ele alınmalıdır. Çiftin farkındalık kazandığı ve cinsel yaşama dair yeniden öğrenmelerin olduğu bu seansların ardından, sorunun türüne göre terapist tarafından bir sonraki seansa kadar yapılmak üzere bir takım ev ödevleri verilir. Ödevler esnasında yaşanan zorluklar seansta mutlaka ele alınmalı, bunlar aşılmadan diğer basamağa geçilmemelidir. Temel olarak işlenen gündem ve verilen ev ödevleri bireyin kendi cinselliğini tanıması, istek ve beklentilerini eşine açabilmesi, bu beklenti ve isteklerin diğer eş tarafından karşılanabilmesi ile normal cinsel yaşantıya dönüşü hedeflemektedir. Kişiler için yemek yemek uyumak kadar doğal bir ihtiyaç olan cinsel yaşamın normal işleyişi bozulduğunda ve uzman bir yardım alınmadığı taktirde, bu sorun depresyon, kaygı gibi daha farklı şikayetlere dönüşebilmekte, çiftler ayrılık veya boşanmalara kadar gidebilmektedir. Bu nedenle bireylerin bu tür sıkıntılarını, güvenebilecekleri ve kendilerini rahat hissedecekleri bir terapistle görüşebilmeleri önemlidir.

  • Üstün Yetenekli Çocuklar

    Üstün Yetenekli Çocuklarda En Sık Karşılaşılan Sorunlar ve Etkili Ebeveyn Tutumları Üstün yetenekli çocuklar, bazı özel alanlarda yaşıtlarına göre daha iyi performans ortaya koyan ve bu alanlarda yüksek başarı elde eden çocuklardır. Tüm kültürlerde ve tüm sosyo-ekonomik düzeylerde üstün yetenekli çocuklara rastlamak mümkündür. Üstün yeteneklilik insanda var olan yetenek, yaratıcılık ve motivasyonun birleşmesinden oluşur ve üstün yetenekli birey, bu üç alanı geliştirerek herhangi bir alanda önemli başarılar sergilerler. (Renzulli, 1986) Bu kişilerde yüksek akademik başarı, sanatsal ve sportif faaliyetlerde yeteneklilik, grup ilişkilerinde liderlik, icat etme ve keşfetmeye dönük merak ve ilgi gibi özellikler görülür. Üstün yetenekli çocuklar standart zeka testlerinde yaklaşık olarak 130 ve üstü alan çocuklardır. Bebeklikte olağan dışı ataklık, uzun dikkat süresi, geniş hayal ve imgeleme gücü, uykuya daha az ihtiyaç duyma, enerjik olma, gelişimsel dönüm noktalarına daha hızlı ilerleme, keskin gözlem yapma, aşırı merak duyma, güçlü bellek, erken ve olağanüstü dil gelişimi,hızlı öğrenme yeteneği, aşırı duyarlılık, akıl yürütme ve problem çözme becerisi, mükemmelliyetçilik, sayılar, bulmacalar ve yap-bozlar ile oyun becerisini geliştirme, kitaplara aşırı ilgi duyma, soru sorma, ilgi alanının oldukça geniş olması, gelişmiş mizah duygusu, eleştirel düşünebilme, icatlar yapabilme, aynı anda birkaç işi yapabilme, yoğunlaşabilme, yaratıcılık gibi özellikler üstün yetenekli çocukların erken dönemlerinde sık gözlenen özelliklerdir.(Jackson & Klein, 1997; Davis & Rimm, 1998). Üstün yetenekliler alanında çalışan kişilerin belirlediği en yalın tanı ölçütleri şunlardır (Akarsu, 2001): 1) En az bir yetenek alanında yaşıtlarının üstünde performans gösterme 2) Dili etkili kullanma 3) Merak ve bazı konulara yoğun ilgi gösterme 4) Çabuk öğrenme 5) Güçlü bellek 6) Yüksek düzeyde duyarlı olma 7) Özgün ifade biçimlerine sahip olma 8) Yeni ve zor deneyimleri tercih etme 9) Kendisinden büyüklerle arkadaşlık yapma 10) Yeni durumlara çabuk uyum sağlama 11) Okumaya düşkün olma Üstün yetenekli çocuklarda gözlemlenen özellikler tüm çocuklarda belli ölçülerde gözlemlenebilen özelliklerdir. Üstün yeteneğin bir göstergesi olabilmesi için bu özelliklerden birçoğunun ilgili yaş grubunun doğal olarak gösterdiği ölçülerin üzerinde bir düzeyde çocukta gözleniyor olması gerekmektedir (Akarsu, 2001) Üstün yetenekli çocuklar uzun süreli dikkatlerini sürdürebildikleri ve bellekleri daha etkili kullanabildiklerinden algılama, kavrama ve öğrenme hızları daha iyidir. Bu sebeple olaylar arası neden-sonuç ilişkisi kurma, soyut kavramları somut durumlara indirgeme, genelleme veya analiz etme gibi gibi bilişsel özellikleri gelişmiştir. Meraklı ve ilgilidirler, sorgulamaya yatkın düşünme tarzları onları yeni şeyleri keşfetmeye veya yeni şeyler icaat etmeye yetenekli kılar. İyi düzeydeki bilişsel özelliklerinin yanında sosyal ve duygusal olarak da parlak zekaya sahip çocuklardan farklılık gösterirler. Başkalarının duygu ve düşüncelerini anlama, niyetlerini sezme konusunda oldukça iyidirler. Mükemmelliyetçi yapıları onların bir çok konuda farkındalıklarını arttırır. Duygusal derinliği olan çocuklardır. Elbetteki çocuğun iyi düzeyde bilişsel becerilere sahip olması veya belli alanlarda yetenekli olmasında kalıtımın büyük payı olsa da; sosyal beceri, duygu düzenleme, benlik ve kişilik gelişimi gibi alanlarda önemli rolü oynayan belirleyici faktör, çevredir. Çevresel faktörlerin çekirdeğini ise aile tutumları oluşturur. Özetle üstün yetenekli çocukların başarıya yatkın kalıtım zemini ancak etkili aile tutumları ile desteklenirse, çocuk için tam bir mutluluk ve başarı söz konusu olacaktır. Aksi durumda çocuk için avantaj olan bu zengin iç yapı, çocuğun kişilik gelişiminde ciddi dezavantajlara dönüşebilir. Şöyle ki, - Mükemmeliyetçi ve kararlı kişilik yapıları kendilerinden yüksek beklentiye girmelerine ve kendilerini hırpalamalarına yol açabilir. - Sorgulayıcı olmaları otoriteyle çatışmalarına neden olabilir. - Okulda kolayca elde ettiği başarı, düzenli ders çalışma alışkanlığını baltalayabilir. - Diğer çocuklardan daha çabuk öğrenmeleri ve kendini ifade etme isteği, sınıf ortamında düzeni bozmaya ve arkadaş ilişkilerinde dışlanmaya neden olabilir. - Diğer çocuklardan önde gitmeleri, akranlarını küçümseme gibi bozucu duygular geliştirmelerine sebep olabilir. Grubun da çocuğu "kendini beğenmiş" olarak etiketlenmeye başlamasıyla kutuplaşma artabilir. - Tek düzelikten kolayca sıkıldıkları için, etkinliklerde dikkatleri kolayca dağılabilir ve işlerini tamamlama da sorunlar ortaya çıkabilir. - Çabuk öğrendiklerinden dolayı bir süre sonra birçok işi kendi bildikleri gibi yapma konusunda ısrarcı olabilirler. - Duygusal yapılarından dolayı başarısızlıktan veya reddedilmekten yoğun olarak etkilenebilirler. - Yüksek farkındalıklarından dolayı da olumsuz duygularla (değersizlik ve başarısızlık gibi) baş etmede sıkıntı yaşarlar ve derste konuşmak, iftira atmak, rakip gördüğü kişiyi diğerlerine karşı örgütlemek gibi uygunsuz davranışlar sergileyebilirler. Bu gibi durumların artışı ile duygularını ve davranışlarını düzenlemekte giderek başarısız olan üstün yetenekli çocuklar ergenlikle birlikte olumsuz benlik inşaa etmeye ve sorunlu kişilik özellikleri edinmeye yatkın hale gelirler. Çocuğun geleceğinde onu iyi yerlere taşıyabilecek bu önemli yetenekler, etkili aile tutumları ile desteklenmediğinde belki başarılı ancak sosyal olarak uyumsuz, akranları tarafından sevilmeyen, kalıcı ilişkiler kuramayan biri haline gelecektir. Unutulmamalıdır ki kişisel mutluluğun anahtarı sağlıklı bir kişiliğe sahip olmaktır. Etkili aile tutumlarının en önemli bileşeni çocuğa sınırlar koyabilmektir. Kuralların olmadığı bir ortamda çocuk kendini bir süre sonra kaybolmuş hissedecektir. Çünkü sınırlar çocuğun hedefe varabilmesinde ona yolu gösteren levhalar gibidir. Üstün yetenekli çocuklara etkili sınır koymada dikkat edilecek bir kaç nokta şöyledir: 1) Verilen özgürlüğü veya sorumluluğu taşıyıp taşıyamadığına dikkat etmek gerekir. 2) Kurallar oluşturulurken ona da söz hakkı vermek ve duygularını dinlemek gerekir. 3) Seçip yaparlarken önündeki seçenekleri keşfetmelerine yardımcı olmak önemlidir. 4) Seçimlerinin sonuçlarını onları kırmadan yüzleştirmek ve bu sonuçları yaşamalarına fırsat vermek gerekir. Bunun yanında çocuğun duygularını düzenleyemediği olumsuz yaşam olaylarında onunla etkili konuşmalar yapabilmek etkili iletişimin olmazsa olmazıdır. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi sık sık duygusal taşmalar yaşayan bu çocuklar, duyguları ile baş etmek için rehberliğe ihtiyaç duyar. Özellikle size kendilerini açtıklarında yaptıkları en ciddi hatanın kendilerini sürekli diğerleri ile karşılaştırmak olduğunu görebilirsiniz. Size "o başarılı ben değilim" "o hep tam puan alıyor, ben hep hata yapıyorum" "öğretmen en çok onu seviyor" gibi serzenişlerle gelebilirler. Çocuğun bu karşılaştırmalara girmesi onun duygularını daha da yoğunlaştırır. O yüzden çocuğunuzun ifade ettiği durumlarda tam olarak neye üzüldüğünü anlamak ve işlevsiz veya hatalı düşüncelerini yakalayıp o düşüncelerden onu kurtarabilmeniz gerekir. Örneğin sosyal karşılaştırma yapan çocuktan, kendisine odaklanabilmesi için kendi başarı çizelgesini tutması gibi şeyler istenebilir. Böylece başarısız olduğuna dair inancı çürüyecek ve sosyal karşılaştırmadan uzak duracaktır. Bunların yanında, özellikle ailelerinin çocukların ihtiyaçlarını takip etmeleri ve var olan potansiyellerini ortaya koyabilmeleri için alanlar yaratmaları gerekmektedir. Bu resim, müzik gibi sanatsal faaliyeler olabileceği gibi bilgi ve becerilerini sınayabilecekleri yarışmalar da olabilir. Tabi bunları yapabilmek için ailelerin öğretmenleri ile sürekli bağlantı halinde olması önemlidir. Bazen çocuklar hakkındaki önemli bilgilere onları doğal ortamlarında gözlemleyerek ulaşılır, bu da öğretmenin gözlemleri değerli kılar. Gelişen dünya ile birlikte bilgi akışının hızlanması ve bilgiyi elde etmedeki kolaylıklar çocukların mental olarak kendilerini geliştirmelerine yardımcı olurken, malesef psikososyal gelişimleri arka planda kalabilmektedir. Aslında elbetteki en önemli şey akademik başarının yanında çocuğun kendini iyi tanıması, ne istediğini bilmesi ve kişisel zaaflarını kontrol edebilmeyi öğrenmesidir. Çocuğa sınırlar koymak, duygularını düzenlemeye yardımcı olmak ve kendini gerçekleştirebilmesi için ona uygun alanlar yaratma gibi tutumlar sayesinde aile çocuğun psikososyal gelişimini destekleyebilir. Ancak aileler genellikle bu ve benzeri bir takım tutumları geliştirirken çocukta yoğun dirençle karşılaşabilirler. Ayrıca sıklıkla neye ihtiyaç duydularını ve tam olarak ne istediklerini anlayamayabilirler.Bu sorunların çözülemeyişi ile birlikte depresyon, aksiyete bozuklukları, okul fobisi, motivaston kaybı, davranış bouklukları gibi sıkıntılar gelişebilir. Bu tip durumlarda aile olarak uzmana başvurmaları önemlidir. Nitekim herhangi bir problem çıkmaksızın çocukların düzenli olarak görüştükleri ve güven ilişkisi kurdukları bir uzmanın olması onlar için koruyucu olacaktır. Nitekim yukarı da bahsedilen sorunlar ortaya çıkma riski yüksek sorunlardır ve her sorunda olduğu gibi sorunu büyümeden çözmek en iyisidir.

  • Google Places
  • Instagram
  • Facebook
  • LinkedIn

©2022 DrSistem

bottom of page